Her zaman söylediğimiz bir söz dizisi var, inanmak başarmanın yarısıdır diye. İnanmak aslında olayın kendisidir. Geri kalan her şey teferruattır. İnanç olduğu zaman her şey oluyor ya da her aklımızda olan olgu hayat bulmak için çırpınıyor. Çırpınmak acizlikten değil, azimden geliyor, inançtan geliyor. Uğraşmak ve bir şeyler yapabildiğini göstermek için her şeyden önce sen inanmalısın, herkesten önce sen görmelisin. Ki göstereceğin, sergileyeceğin yapıt önce sende hayat bulmalı, yoksa amacına ulaşamaz, yankı bulamaz.
Çoğu kez bildiklerimizi duymaya ihtiyacımız var. Motivasyondan başka bir şey değil aslında bu, örneğin kahve falı baktırmakta, genel geçer şeylerden bahsedilir onlarca olasılık söylenir, birkaç tanesi tutunca yargının doğru olduğu öne sürülür halbuki her şey zamanın kendisinde saklı. Ya da bir şeyin olması için çaba gösteriyorsun, bunu karşıdan duymak seni motive ediyor ve inancına destek oluyor ve başarı kaçınılmaz oluyor. Duymak değildi olayın kendisi, bir kişinin bir şeyi söylemesi de değil. Sen söylenmesi istenilen şeyi ortaya koydun, inancını kırbaçladın ve amacına ulaştın. Bilinmezliğin kimseye bir faydası olmadı bu zamana kadar, bundan sonrada olmayacak. Her zaman inandığın şeyler gerçek olacak, kimi zaman korktuğun şeyler olacak. Çünkü sen onun olacağına inandın. Ya da başarı seninle olacak veya başarısızlık, senin aklında olmayan şey karşına çıkmayacak. Konu ne olursa olsun aklındaki ihtimallerden bir tanesi gerçek olur ve sen bilerek ya da bilmeyerek ona inanmışsındır. Ve gerçekleşmesi sana bağlıdır.
Ne kadar önemli bir silaha sahibiz değil mi? Silah diyorum çünkü olumsuz olgularda kendimize sıkıyoruz. Yapabilmeye inandığımız gibi olumsuzluklara da inanıyoruz ve inanç olayın hayat bulmasına sebep oluyor.
Hayat inanmakla başlar, inanmakla biter.